- Katılım
- Ocak 22, 2025
- Mesajlar
- 236,306
- Tepkime puanı
- 0
- Puanları
- 36
Dedelerimizin zamanında köy odalarında pireyi deve yapan halk hikâyeleri anlatılırdı. Radyonun, televizyonun ve sosyal medyanın olmadığı o günlerde insanlar ilimden ziyade irfana seslenen o hikâyeler ışığında hem bir şekilde eğitim görür, hem de latifeli yorumlar vasıtasıyla eğlenir, sosyalleşmiş olurdu.
Köylerdeki nüfus şehirlere taşındığında önce radyo, sonra televizyon hayatlarımıza girmiş oldu. İrfana seslenen hikâyelerin yerini bilgi veren programlar da aldı ama halk nazarında sosyalleşme güdüsü hep diri kaldığı için köy odalarının yerini çoğu kez kıraathane yaftasına sığınan kahvehaneler aldı. Kahvehaneler kozmopolit şehir iklimine uygun olarak farklı insan tiplerinin, farklı kültürlerin harmanlandığı yerlerdi. Dolayısıyla pireyi deve yapan halk hikâyelerine gerek kalmadı. Onun yerine insanlar hâdiselere kendi minvallerinde yorumlar yaparak yeni bir alt-kültür oluşturdular: Kahvehane kültürü.
Kahvehane kültürünün en bariz hasletiyse olmazları olduracak bir cevvallık, hükümetler kurup devirecek bir pervasızlık ve her derde deva aspirin kıvamında sosyal meselelere basmakalıp çözümler üreten bir kolaycılıktı. Pireyi deve yapan halk hikâyelerinin miadı belki dolmuştu, lâkin pireyi deve yapma geleneğinin miadı dolacak gibi görünmüyordu.
Derken sosyal medya çağına giriş yaptık. Sosyalleşme, dijital mecraya taşınmış oldu. Her halk kendi mucibince sosyalleşti burada. Nitekim biz de aziz halkımızın dijital mecrayı kısa zamanda kahvehane ortamına çevirmeyi ne de çabuk başardığını hayretler içinde temâşâ eyledik.
Halktır bu, dilediğini yapar. Hem kimseye zararı olmadıktan sonra azıcık pireyi deve yapmanın ne gibi sakıncası var? Halkın arşınla, endazeyle, bahusus ilimle işi olmaz zaten. Halk adamı dediğin ilim adamı değil irfan adamıdır. Biraz da o yüzden, azıcık mürekkep yalamışa gözlük takmasından kinaye "dört göz" diyerek takılmaz mı?
Asıl sakınca nerede, biliyor musunuz? Kahvehane muhabbetini, nâm-ı diğer "pireyi deve yapma" işini ilime bulaştırma illetinde. Sözün gelişi, haberlerde Sümerler ile alâkalı birkaç kelime duyan halk adamı, kahvehanede yahut dijital mecrada "Sümerler Türkmüş abi" kıvamında bir cümle kurabilir. Fakat ilim ehlinin elinde kesin veriler olmadan böyle bir cümle kurmaya hakkı yoktur ve olamaz.
Bismillah, kitabı açıyorsunuz baştan sona yobaz zırvalıklarla dolu. Arkeoloji ilmine ışık saçan(!), bu alana yıllarını veren yerli-yabancı ilim ehlini "nasıl yani" diye hayretten zıplatan şu pasaja bakın mesela:
"1935-36 yıllarında Türk Tarih Kurumu'nun maddî yardımı ile ilk arkeologlarımız olan Remzi Arik ve Hamit Zübeyr tarafından küçük fakat kültür tarihi bakımından çok önemli buluntular veren Ahlatlıbel ve Alacahöyük kazıları yapıldı. Ahlatlıbel kazısını Atatürk hemen gidip izliyor. O gün bir şey bulamıyorlar. Atatürk ertesi gün tekrar gidiyor ve "Burayı kazın" diye işaret ettiği yerden önemli buluntular çıkıyor! Onda ne derin ve geniş bir ön görüş vardı!"
Kitabın adına gelince, "Atatürk ve Sümerliler".
Yazarı ise geçen ay 110 yaşında ölen Muazzez İ. Çığ.
İlginç olan, 140 sayfalık kitabın 4 sayfalık "Atatürk ve Sümer-Türk İlişkisi" başlıklı bölümünde ve sadece tek paragrafta Atatürk'ün Sümer ile münasebeti bahis konusu. Kitap değişik zamanlarda yapılan konuşmalardan, röportaj ve yazılardan derleme olduğu için o tek paragraf da bozuk plak gibi kitabın farklı bölümlerinde sürekli tekrarlanıyor.
Paragraf şöyle:
"Atatürk'ün Sümerliler ile olan ilgisinin ilk olarak, bir Fransızca kitapta okuduğu ve altını çizerek yanına mühim=önemli diye not düştüğü 'Sümerliler Orta Asya'dan gelmiş olabilirler ve dilleri Ural-Altay dillerine benziyor' cümlesi ile başladığı kanısındayız.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin kuruluşunda her yerde Asuroloji olan bölümün adını 'Bırakın şu Samileri' diyerek Sümeroloji koydurtması ve yeni açılan bir bankaya Sümerbank adını verdirtmesi hep Sümerlilere olan ilgisindendi. Çünkü çok uygar olan Sümerlilerin Orta Asya'dan gelmesi, dillerinin Türk diline benzemesi nedeniyle bu uygarlığın kökleri Türklere dayanmış olamaz mıydı?"
.Şimdi gelelim değerlendirmeye...
- Evvelen, karşımızda bir ilim ehli değil modern bir menkıbe anlatıcısı var.
"O gün bir şey bulamıyorlar. Atatürk ertesi gün tekrar gidiyor ve 'Burayı kazın' diye işaret ettiği yerden önemli buluntular çıkıyor! Onda ne derin ve geniş bir ön görüş vardı!"
Bu ifadelerde ilmî bir üslup yok, yazarın ifadesiyle olağanüstü bir varlığın "derin ve geniş ön görüşü" mevcut. Demek ki arkeologlar kazılardan eli boş dönmemek için henüz hayatta olan olağanüstü bir varlığın "Burayı kazın" demesini bekleyecek, şayet öldüyse türbesine yüz sürüp çaput bağlayacak.
- Saniyen, menkıbe anlatıcısı yazarımızın "kanısındayız" diyerek, Atatürk'ün Sümerlilere duyduğu ilgiyi mezkur kitaba bağlaması bir yana, kitabın da Sümerlilerin Orta Asya ve Ural-Altay münasebetini bir kesinlik olarak değil ihtimal olarak verdiği ortada.
Kitabın Atatürk-Sümer ilişkisine dair en can alıcı kısmında ihtimal gerçeğini itiraf etmek zorunda kalan yazarın, kitabın başka bölümlerinde net ve keskin cümleler kullanmasına ne diyeceğiz peki? "Demin menkıbeciydin, şimdi allame-i cihan mı oldun" desek haksız mıyız?
Aynen şöyle diyor:
"Arşivdeki belgeler üç dilde ve çiviyazısı ile yazılmıştır. Bu dillerin ilki Ural-Altay dil grubundan Sümerce, ikincisi Sami dil grubundan Akad dili ve de Hindo Avrupa dil grubundan Hititçedir."
Sümercenin Ural-Altay dili olduğu Fransızca kitapta sadece bir ihtimalden ibaretti, şimdiyse netlik kazandı. Yani ihtimal bir anda gerçekliğe dönüştü. İyi de bunu neye borçluyuz? Dünyanın önde gelen Sümerologlarından hangisi, hangi kitabında yahut makalesinde yazıyor bunu?
Oysa bakın, bizzat yazarın bu kitapta kendisinden övgüyle bahsettiği, Türkiye'nin gerçek mânâdaki Sümeroloğu Veysel Donbaz yalanlıyor Orta Asya ve Ural-Altay iddialarını.
Veysel Donbaz kim mi? "Ölü Dillerin Efendisi" diyorlar ona. Sümerce, Akadca, Asurca, Babilce ve Hititçeyi sular seller gibi okuyor. Üstelik sadece ölü dilleri değil İngilizce, Almanca, Fransızca ve İtalyanca gibi modern dilleri de biliyor. Bugüne değin çivi yazısıyla yazılmış 10 bine yakın tablet okumuş.. Envanterini tuttuğu tablet sayısı ise 60 bin.
28 Ekim 2017 tarihli röportajda Gazete Duvar'dan Nuray Pehlivan soruyor:
"Bazı bilim insanları tarafından Sümerce ve Türkçe arasında hem fonetik hem de anlam bakımından benzerlikler olduğu, hatta dahası Sümerlerin Türk olduğu doğrultusunda bazı tezler ileri sürüldü. 10 bini aşkın tablet okumuş bir bilim insanı olarak siz bu iki kültürün ilişkisi hakkında neler diyebilirsiniz?"
Ve bakın Veysel Donbaz nasıl bir cevap veriyor:
"Türkçe, bir kökten türetilip bir tarafa giden bir dildir. Sümercede ise ön, orta ve son ekler söz konusu. Macaristan, Türkiye, Finlandiya gibi devletlerin dilleri bitişken dillerdir; yani bir kök olur ve o köke ilaveler gelir. Sümercenin Türkçe ile ilişkisi olmadığı zaten buradan belli. Sümercede bir köke ön ek de geliyor ki buna 'prefiks' diyoruz, ortaya gelen ekler oluyor ve bunlara 'infiks' deniyor, ekler sona da gelebiliyor ona da 'safiks' diyoruz. Oysa Türkçede yer alan bir kökü ele aldığınızda; örneğin gitmek, 'git'in önüne hiçbir şey gelmez. Hep sonradan eklenir. Dolayısıyla bu dillerin yapı bakımından bir benzerliği yok.
Birkaç örneklem veriyorlar, ama bunların hiçbiri tatmin edici değil. Bu yüzden hiç kimseyi ikna edemediler, edemezler. Çünkü tamamen apayrı bir dil. Sümerlerden bize girmiş hemen hemen bir kaç kelime var. Mesela 'izigarra' yani ızgara. 'İzi' ateş demek, 'garra' da ateş teşkilatı, ateş yakma tekniği demek. Bir de 'dingir' kelimesi var, 'dingir' tanrı demek. Dingir, tengir, tengri, tanrı şeklinde evrildiği iddia ediliyorsa da şimdilerde onu 'digir' diye okumaya da başladılar. Sümerlerden bize geçen pek fazla kelime yok. Ama Akatçadan, Samilerden, yani Babil lehçelerinden dilimize girmiş 100'ün üstünde kelime buldum."
Şimdi gelelim meselenin bam teline...
"Muazzez Hanım, Sümerler Orta Asya'dan geldi diyor. Bir kere at kültürü yok Sümerlerde. At kültürü, Babillilerin 'sisu' kelimesine dayanıyor, at demek bu. 2000 sene neredeydi at? Katır var 'kudanu', eşek var 'anlu'. Atın ortaya çıkmasıysa isim olarak çok sonra. Sümerlerde hiç at betimi de yoktur. Asurlular zamanındaki bütün kabartmalara bakın, devamlı atlar vardır; araba çekerken, koşarken ok atarken.. Bir kere kültür bakımından buradan da bir birlik yok. Ayrıca yerleştikleri yerler farklı. Onlar Mezopotamya'da, biz Türkler Anadolu'dayız. Mesela yazıtlarda Akad krallarından bir kaçı ''Anadolu'ya geldik, Akdeniz'i göl haline getirdik'' diyor. Sümerlerden bir Allah'ın kulu yok. Niye onlardan bize tek bir kelime geçmemiş?
Kaldı ki Sümerler kendilerine halk olarak 'Salmad kakadi' yani siyah başlılar diyorlar. Siyah başlı ne demek? Mezopotamya halkına şöyle bir bakın. Yukarıya doğru geldikçe renkleri açılır. Bizim halkımız bembeyazdır. Keşke Sümerler Türk olsa da onların muazzam edebiyatına, kültürüne sahip çıksak. Kökümüz nerelerden geliyor diye övünebilsek, ama değil. Maalesef bazı bilim insanları popüler olmak, ilgi çekmek için bunları söylüyorlar."
Veysel Donbaz'ın 10 bin tableti bizzat okuduğunu biliyoruz. Peki, Muazzez İ. Çığ kimdir? Buyurun, kendi ifadesiyle:
"Müzede bu yüzyılın başına kadar 10'u Irak'tan, 2'si Anadolu'dan olmak üzere 12 kazı yerinden gelmiş 75 bine yakın çiviyazısı ile yazılmış tablet, sandıklar ve dolapların içinde kazıdan getirildikleri gibi duruyordu. Bunlar 2500 yıl süresince çeşitli konular ve dillerde yazılmış belgelerdi. Onları konserve ettiriyor, devirlerine, konularına, tarihlerine göre ayırıyor, numaralıyor, özel yaptırılmış kutu ve dolaplara yerleştiriyorduk. Böylece emekli olduğum 1972 yılına kadar hedefimiz olan bütün tabletlerin tasnifi bitmiş, numaralanmış, büyük bir kısmının konservasyonları, envanterleri yapılmış, 3000 tablet de yayınlanmış oldu."
Muazzez İ. Çığ, kendisini, çiviyazılı tabletleri tasnifleyip kutulara, dolaplara yerleştiren biri olarak tarif ediyor. Tabletleri bizzat okuyup tercüme ettiğine dair tek kelime bile yok. Zaten Belleten'de çıkan yegâne ciddi makalenin altında Kramer imzası mevcut. Yine Belleten'de "Sümerolog Prof. S. N. Kramer'in Ardından" başlığıyla yayınlanan makaledeki sözler ise bir itiraf niteliğinde.
"Merhum sevgili arkadaşım Hatice Kızılyay ile onun çalışmalarına içtenlikle katıldık. O da büyük bir cömertlik, hoşgörürlük ve sabırla bütün bilgilerini bize vermekten hiç sakınmadı. Böylece tabletlerin kopyası ile birlikte Sümer kültürü ve edebiyatını her yönü ile öğrenmemize rehber oldu... Eğer Prof. Kramer, gelip çalışmasa ve bizlere rehber olmasaydı bu tabletler daha yıllarca arşivde kapalı bekleyecek, Sümer edebi kompozisyonlarının birçok konusu da bilinmeyecekti."
Ee, hani Sümerolog'du, Hititçe'nin yanı sıra Sümerce de okumuştu. Kramer olmasa o tabletler arşivlerde niçin kapalı beklesin ki, kendisi bir zahmet okusaydı ya!...
Ama o da haklı, menkıbe anlatmak tablet çözmekten daha kolay tabii ki...
Aslında Meluncanları ve Kızılderilileri yazacaktık ama Muazzez İ. Çığ'ın ölümü vesilesiyle tekrar gündeme gelen Sümerler bahsini yazmak vacip oldu. Gerçi değişen bir şey yok, mevzu aynı. Tıpkı Sümerler gibi Meluncan ve Kızılderili toplumlarını da Türk görme eğiliminde olan, ilme fersah fersah uzak kahvehane kültürüne yatkın menkıbeciler ortalıkta cirit atıyor.
Yerimiz dar, özet geçelim o vakit.
Meluncanlar, Akdeniz genetiğiyle gündeme gelen bir grup. Abraham Lincoln ve Elvis Presley en meşhur temsilcileri. Mevzuya dair ciddi çalışmaları okuyunca, Türk'ten ziyade Akdeniz havzasındaki diğer gruplara yakınlıkları daha mantıklı görünüyor. Genetik ilmi ilerledikçe her şey daha da netleşiyor çünkü.
Bir Türk ile bir Portekizli belki görüntü olarak Kuzey Avrupalıya nispet daha yakın durabilir ama genetik açıdan hiç de öyle değil. Akdeniz havzasında Arap, Berber, Latin, Kelt ve Yunan gibi genetik açıdan çok çeşitli, birbirlerinden hayli uzak insan tipleri söz konusu.
Kızılderili mevzusu da öyle.
Basit bir şey yapın, dünyadaki hablogrupları gösteren bir haritayı açarak Türkler ile Kızılderilileri gösteren yerleri bulun.
Bakın bakalım hiç benziyorlar mı?
Köylerdeki nüfus şehirlere taşındığında önce radyo, sonra televizyon hayatlarımıza girmiş oldu. İrfana seslenen hikâyelerin yerini bilgi veren programlar da aldı ama halk nazarında sosyalleşme güdüsü hep diri kaldığı için köy odalarının yerini çoğu kez kıraathane yaftasına sığınan kahvehaneler aldı. Kahvehaneler kozmopolit şehir iklimine uygun olarak farklı insan tiplerinin, farklı kültürlerin harmanlandığı yerlerdi. Dolayısıyla pireyi deve yapan halk hikâyelerine gerek kalmadı. Onun yerine insanlar hâdiselere kendi minvallerinde yorumlar yaparak yeni bir alt-kültür oluşturdular: Kahvehane kültürü.
Kahvehane kültürünün en bariz hasletiyse olmazları olduracak bir cevvallık, hükümetler kurup devirecek bir pervasızlık ve her derde deva aspirin kıvamında sosyal meselelere basmakalıp çözümler üreten bir kolaycılıktı. Pireyi deve yapan halk hikâyelerinin miadı belki dolmuştu, lâkin pireyi deve yapma geleneğinin miadı dolacak gibi görünmüyordu.
İlim ehli başkadır
Derken sosyal medya çağına giriş yaptık. Sosyalleşme, dijital mecraya taşınmış oldu. Her halk kendi mucibince sosyalleşti burada. Nitekim biz de aziz halkımızın dijital mecrayı kısa zamanda kahvehane ortamına çevirmeyi ne de çabuk başardığını hayretler içinde temâşâ eyledik.
Halktır bu, dilediğini yapar. Hem kimseye zararı olmadıktan sonra azıcık pireyi deve yapmanın ne gibi sakıncası var? Halkın arşınla, endazeyle, bahusus ilimle işi olmaz zaten. Halk adamı dediğin ilim adamı değil irfan adamıdır. Biraz da o yüzden, azıcık mürekkep yalamışa gözlük takmasından kinaye "dört göz" diyerek takılmaz mı?
Asıl sakınca nerede, biliyor musunuz? Kahvehane muhabbetini, nâm-ı diğer "pireyi deve yapma" işini ilime bulaştırma illetinde. Sözün gelişi, haberlerde Sümerler ile alâkalı birkaç kelime duyan halk adamı, kahvehanede yahut dijital mecrada "Sümerler Türkmüş abi" kıvamında bir cümle kurabilir. Fakat ilim ehlinin elinde kesin veriler olmadan böyle bir cümle kurmaya hakkı yoktur ve olamaz.
Modern çağ menkıbeleri
Bismillah, kitabı açıyorsunuz baştan sona yobaz zırvalıklarla dolu. Arkeoloji ilmine ışık saçan(!), bu alana yıllarını veren yerli-yabancı ilim ehlini "nasıl yani" diye hayretten zıplatan şu pasaja bakın mesela:
"1935-36 yıllarında Türk Tarih Kurumu'nun maddî yardımı ile ilk arkeologlarımız olan Remzi Arik ve Hamit Zübeyr tarafından küçük fakat kültür tarihi bakımından çok önemli buluntular veren Ahlatlıbel ve Alacahöyük kazıları yapıldı. Ahlatlıbel kazısını Atatürk hemen gidip izliyor. O gün bir şey bulamıyorlar. Atatürk ertesi gün tekrar gidiyor ve "Burayı kazın" diye işaret ettiği yerden önemli buluntular çıkıyor! Onda ne derin ve geniş bir ön görüş vardı!"
Kitabın adına gelince, "Atatürk ve Sümerliler".
Yazarı ise geçen ay 110 yaşında ölen Muazzez İ. Çığ.
İlginç olan, 140 sayfalık kitabın 4 sayfalık "Atatürk ve Sümer-Türk İlişkisi" başlıklı bölümünde ve sadece tek paragrafta Atatürk'ün Sümer ile münasebeti bahis konusu. Kitap değişik zamanlarda yapılan konuşmalardan, röportaj ve yazılardan derleme olduğu için o tek paragraf da bozuk plak gibi kitabın farklı bölümlerinde sürekli tekrarlanıyor.
Paragraf şöyle:
"Atatürk'ün Sümerliler ile olan ilgisinin ilk olarak, bir Fransızca kitapta okuduğu ve altını çizerek yanına mühim=önemli diye not düştüğü 'Sümerliler Orta Asya'dan gelmiş olabilirler ve dilleri Ural-Altay dillerine benziyor' cümlesi ile başladığı kanısındayız.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin kuruluşunda her yerde Asuroloji olan bölümün adını 'Bırakın şu Samileri' diyerek Sümeroloji koydurtması ve yeni açılan bir bankaya Sümerbank adını verdirtmesi hep Sümerlilere olan ilgisindendi. Çünkü çok uygar olan Sümerlilerin Orta Asya'dan gelmesi, dillerinin Türk diline benzemesi nedeniyle bu uygarlığın kökleri Türklere dayanmış olamaz mıydı?"
Himmet bekleyen arkeologlar
.Şimdi gelelim değerlendirmeye...
- Evvelen, karşımızda bir ilim ehli değil modern bir menkıbe anlatıcısı var.
"O gün bir şey bulamıyorlar. Atatürk ertesi gün tekrar gidiyor ve 'Burayı kazın' diye işaret ettiği yerden önemli buluntular çıkıyor! Onda ne derin ve geniş bir ön görüş vardı!"
Bu ifadelerde ilmî bir üslup yok, yazarın ifadesiyle olağanüstü bir varlığın "derin ve geniş ön görüşü" mevcut. Demek ki arkeologlar kazılardan eli boş dönmemek için henüz hayatta olan olağanüstü bir varlığın "Burayı kazın" demesini bekleyecek, şayet öldüyse türbesine yüz sürüp çaput bağlayacak.
- Saniyen, menkıbe anlatıcısı yazarımızın "kanısındayız" diyerek, Atatürk'ün Sümerlilere duyduğu ilgiyi mezkur kitaba bağlaması bir yana, kitabın da Sümerlilerin Orta Asya ve Ural-Altay münasebetini bir kesinlik olarak değil ihtimal olarak verdiği ortada.
Kitabın Atatürk-Sümer ilişkisine dair en can alıcı kısmında ihtimal gerçeğini itiraf etmek zorunda kalan yazarın, kitabın başka bölümlerinde net ve keskin cümleler kullanmasına ne diyeceğiz peki? "Demin menkıbeciydin, şimdi allame-i cihan mı oldun" desek haksız mıyız?
Aynen şöyle diyor:
"Arşivdeki belgeler üç dilde ve çiviyazısı ile yazılmıştır. Bu dillerin ilki Ural-Altay dil grubundan Sümerce, ikincisi Sami dil grubundan Akad dili ve de Hindo Avrupa dil grubundan Hititçedir."
Sümercenin Ural-Altay dili olduğu Fransızca kitapta sadece bir ihtimalden ibaretti, şimdiyse netlik kazandı. Yani ihtimal bir anda gerçekliğe dönüştü. İyi de bunu neye borçluyuz? Dünyanın önde gelen Sümerologlarından hangisi, hangi kitabında yahut makalesinde yazıyor bunu?
Gerçek bir Sümerolog ne diyor?
Oysa bakın, bizzat yazarın bu kitapta kendisinden övgüyle bahsettiği, Türkiye'nin gerçek mânâdaki Sümeroloğu Veysel Donbaz yalanlıyor Orta Asya ve Ural-Altay iddialarını.
Veysel Donbaz kim mi? "Ölü Dillerin Efendisi" diyorlar ona. Sümerce, Akadca, Asurca, Babilce ve Hititçeyi sular seller gibi okuyor. Üstelik sadece ölü dilleri değil İngilizce, Almanca, Fransızca ve İtalyanca gibi modern dilleri de biliyor. Bugüne değin çivi yazısıyla yazılmış 10 bine yakın tablet okumuş.. Envanterini tuttuğu tablet sayısı ise 60 bin.
28 Ekim 2017 tarihli röportajda Gazete Duvar'dan Nuray Pehlivan soruyor:
"Bazı bilim insanları tarafından Sümerce ve Türkçe arasında hem fonetik hem de anlam bakımından benzerlikler olduğu, hatta dahası Sümerlerin Türk olduğu doğrultusunda bazı tezler ileri sürüldü. 10 bini aşkın tablet okumuş bir bilim insanı olarak siz bu iki kültürün ilişkisi hakkında neler diyebilirsiniz?"
Ve bakın Veysel Donbaz nasıl bir cevap veriyor:
"Türkçe, bir kökten türetilip bir tarafa giden bir dildir. Sümercede ise ön, orta ve son ekler söz konusu. Macaristan, Türkiye, Finlandiya gibi devletlerin dilleri bitişken dillerdir; yani bir kök olur ve o köke ilaveler gelir. Sümercenin Türkçe ile ilişkisi olmadığı zaten buradan belli. Sümercede bir köke ön ek de geliyor ki buna 'prefiks' diyoruz, ortaya gelen ekler oluyor ve bunlara 'infiks' deniyor, ekler sona da gelebiliyor ona da 'safiks' diyoruz. Oysa Türkçede yer alan bir kökü ele aldığınızda; örneğin gitmek, 'git'in önüne hiçbir şey gelmez. Hep sonradan eklenir. Dolayısıyla bu dillerin yapı bakımından bir benzerliği yok.
Birkaç örneklem veriyorlar, ama bunların hiçbiri tatmin edici değil. Bu yüzden hiç kimseyi ikna edemediler, edemezler. Çünkü tamamen apayrı bir dil. Sümerlerden bize girmiş hemen hemen bir kaç kelime var. Mesela 'izigarra' yani ızgara. 'İzi' ateş demek, 'garra' da ateş teşkilatı, ateş yakma tekniği demek. Bir de 'dingir' kelimesi var, 'dingir' tanrı demek. Dingir, tengir, tengri, tanrı şeklinde evrildiği iddia ediliyorsa da şimdilerde onu 'digir' diye okumaya da başladılar. Sümerlerden bize geçen pek fazla kelime yok. Ama Akatçadan, Samilerden, yani Babil lehçelerinden dilimize girmiş 100'ün üstünde kelime buldum."
Sümerlerde at kültürü yok
Şimdi gelelim meselenin bam teline...
"Muazzez Hanım, Sümerler Orta Asya'dan geldi diyor. Bir kere at kültürü yok Sümerlerde. At kültürü, Babillilerin 'sisu' kelimesine dayanıyor, at demek bu. 2000 sene neredeydi at? Katır var 'kudanu', eşek var 'anlu'. Atın ortaya çıkmasıysa isim olarak çok sonra. Sümerlerde hiç at betimi de yoktur. Asurlular zamanındaki bütün kabartmalara bakın, devamlı atlar vardır; araba çekerken, koşarken ok atarken.. Bir kere kültür bakımından buradan da bir birlik yok. Ayrıca yerleştikleri yerler farklı. Onlar Mezopotamya'da, biz Türkler Anadolu'dayız. Mesela yazıtlarda Akad krallarından bir kaçı ''Anadolu'ya geldik, Akdeniz'i göl haline getirdik'' diyor. Sümerlerden bir Allah'ın kulu yok. Niye onlardan bize tek bir kelime geçmemiş?
Kaldı ki Sümerler kendilerine halk olarak 'Salmad kakadi' yani siyah başlılar diyorlar. Siyah başlı ne demek? Mezopotamya halkına şöyle bir bakın. Yukarıya doğru geldikçe renkleri açılır. Bizim halkımız bembeyazdır. Keşke Sümerler Türk olsa da onların muazzam edebiyatına, kültürüne sahip çıksak. Kökümüz nerelerden geliyor diye övünebilsek, ama değil. Maalesef bazı bilim insanları popüler olmak, ilgi çekmek için bunları söylüyorlar."
Bir tasnifçiden ötesi değil
Veysel Donbaz'ın 10 bin tableti bizzat okuduğunu biliyoruz. Peki, Muazzez İ. Çığ kimdir? Buyurun, kendi ifadesiyle:
"Müzede bu yüzyılın başına kadar 10'u Irak'tan, 2'si Anadolu'dan olmak üzere 12 kazı yerinden gelmiş 75 bine yakın çiviyazısı ile yazılmış tablet, sandıklar ve dolapların içinde kazıdan getirildikleri gibi duruyordu. Bunlar 2500 yıl süresince çeşitli konular ve dillerde yazılmış belgelerdi. Onları konserve ettiriyor, devirlerine, konularına, tarihlerine göre ayırıyor, numaralıyor, özel yaptırılmış kutu ve dolaplara yerleştiriyorduk. Böylece emekli olduğum 1972 yılına kadar hedefimiz olan bütün tabletlerin tasnifi bitmiş, numaralanmış, büyük bir kısmının konservasyonları, envanterleri yapılmış, 3000 tablet de yayınlanmış oldu."
Muazzez İ. Çığ, kendisini, çiviyazılı tabletleri tasnifleyip kutulara, dolaplara yerleştiren biri olarak tarif ediyor. Tabletleri bizzat okuyup tercüme ettiğine dair tek kelime bile yok. Zaten Belleten'de çıkan yegâne ciddi makalenin altında Kramer imzası mevcut. Yine Belleten'de "Sümerolog Prof. S. N. Kramer'in Ardından" başlığıyla yayınlanan makaledeki sözler ise bir itiraf niteliğinde.
Bir itiraf yazısı
"Merhum sevgili arkadaşım Hatice Kızılyay ile onun çalışmalarına içtenlikle katıldık. O da büyük bir cömertlik, hoşgörürlük ve sabırla bütün bilgilerini bize vermekten hiç sakınmadı. Böylece tabletlerin kopyası ile birlikte Sümer kültürü ve edebiyatını her yönü ile öğrenmemize rehber oldu... Eğer Prof. Kramer, gelip çalışmasa ve bizlere rehber olmasaydı bu tabletler daha yıllarca arşivde kapalı bekleyecek, Sümer edebi kompozisyonlarının birçok konusu da bilinmeyecekti."
Ee, hani Sümerolog'du, Hititçe'nin yanı sıra Sümerce de okumuştu. Kramer olmasa o tabletler arşivlerde niçin kapalı beklesin ki, kendisi bir zahmet okusaydı ya!...
Ama o da haklı, menkıbe anlatmak tablet çözmekten daha kolay tabii ki...
Meluncan ve Kızılderili de Türk değil
Aslında Meluncanları ve Kızılderilileri yazacaktık ama Muazzez İ. Çığ'ın ölümü vesilesiyle tekrar gündeme gelen Sümerler bahsini yazmak vacip oldu. Gerçi değişen bir şey yok, mevzu aynı. Tıpkı Sümerler gibi Meluncan ve Kızılderili toplumlarını da Türk görme eğiliminde olan, ilme fersah fersah uzak kahvehane kültürüne yatkın menkıbeciler ortalıkta cirit atıyor.
Yerimiz dar, özet geçelim o vakit.
Meluncanlar, Akdeniz genetiğiyle gündeme gelen bir grup. Abraham Lincoln ve Elvis Presley en meşhur temsilcileri. Mevzuya dair ciddi çalışmaları okuyunca, Türk'ten ziyade Akdeniz havzasındaki diğer gruplara yakınlıkları daha mantıklı görünüyor. Genetik ilmi ilerledikçe her şey daha da netleşiyor çünkü.
Bir Türk ile bir Portekizli belki görüntü olarak Kuzey Avrupalıya nispet daha yakın durabilir ama genetik açıdan hiç de öyle değil. Akdeniz havzasında Arap, Berber, Latin, Kelt ve Yunan gibi genetik açıdan çok çeşitli, birbirlerinden hayli uzak insan tipleri söz konusu.
Kızılderili mevzusu da öyle.
Basit bir şey yapın, dünyadaki hablogrupları gösteren bir haritayı açarak Türkler ile Kızılderilileri gösteren yerleri bulun.
Bakın bakalım hiç benziyorlar mı?